Fotoğraf sanatçısı Silva Bingaz’ın “Opus 3c” başlıklı kişisel sergisi 22 Mart’a kadar Öktem Aykut’ta görülebilir.
Hangardz tiyatro ekibinin Saroyan’ın eseri üzerinden başladığı ev arayışı bir belgesele dönüşürken, Koçar’ın heykelindeki boşluklar, amorf ve tutarsız bir aradalık, Hangardz ekibinin belgeselinde de gördüğümüz üzere evin tek tanımla ve yekpare bir formda temsil edilemeyeceğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Rugiatu Neneh Turay 11 yaşında maruz kaldığı genital mutilasyon (kadın sünneti) hikâyesini her fırsatta anlatan bir aktivist. Annesini kaybetmesinin ardından teyzelerinin teşvikiyle, genç kızlıktan kadınlığa geçiş ritüeli adı altında maruz kaldığı genital mutilasyon, kendi sözleriyle onu hayat boyu “sakat” bırakmış. Yıllar içinde bu geleneğe karşı intikam duygularını yapıcı bir öfkeye dönüştüren Turay, Amazonia İnisiyatifi Hareketini (AIM) kurmuş ve bu uygulamaya karşı mücadele yöntemlerini araştırmaya başlamış. Başlangıç noktalarından biri, ataerkil şiddetin kadınlar tarafından kız çocuklarına uygulandığı yer olmuş.
Koya adını veren Martha’nın hikâyesini hatırlamak, plajdaki son gelişmeleri anlamamıza yardımcı olabilir. Bir kadının bedenine yönelik, dışlayan ve sömüren bakış ile, eşi benzeri az bulunan bir sahile yönelik sahiplenme ve kontrol etme arzusu arasında, dikkate değer bir paralellik olduğu görülüyor. Martha Arat 1920 yılında doğmuş, Lübnanlı Ermeni bir kadın. Babasının Osmanlı Bankası’na tayin edilmesi üzerine, çocuk yaşta İstanbul’a gelmiş ve Saint Benoit Lisesi’nde eğitim görmüş.
24 Nisan Çarşamba günü, Nesim Ovadya İzrail’le birlikte, yaklaşık yirmi kişilik katılımcıyla yaptığımız hafıza yürüyüşü de, bizi mekânın hafızasıyla ve kitaplardan bildiğimiz, hikâyelerini okuduğumuz, anma törenlerinde fotoğraflarını gördüğümüz Ermeni düşünürlerin buluştuğu noktaya götürdü âdeta. Bir katılımcının da belirttiği gibi, yürüyüşümüzde, “resmî tarihten farklı olarak, daha gerçek gibi karşımıza çıkıyor[du] yaşananlar.”
Getronagan öğrencileri her bir kadın karakteri sadece metin üzerinden değil, o karakter gibi giyinerek, konuşarak, hareket ederek ve iletişime geçerek de yaşıyor. Ekmekçioğlu’nun, gösteriye eşlik eden ‘Hay Gin’ kitapçığında yer alan ‘Zaruhi Bahri’nin İzinde’ başlıklı yazısında paylaştığı, “Büyüdüğümüz yıllarda bu kadınların hikâyeleri hakkında bilgimiz olsaydı nasıl kadınlar olurduk?” sorusu, eminim bugün de birçok Ermeni kadının içinde beliren bir sorudur.
Çağrışımları çok yüksek olan bu performansı, depremin, savaşların, dolayısıyla zorunlu göçlerin tüm hücrelerimizde çok yer kapladığı bir zamanda her izleyici farklı şekillerde yorumlayabilir. Aile tarihindeki göç hikâyelerindeki boşlukları tamamlamaya çalışan benim gibi Ermeniler için bu hikâyenin, iç dünyalarındaki yankıları çok güçlü.
Ernaux’nun yazmaya ilk başladığı yıllar, ailemizdeki kadınların yaz(a)madığı zamanlara denk geliyor. Yazmanın Ermeni kadınlar için kesintiye uğratıldığı, önceliklerinin ailelerini ve kendilerini ayakta tutacak ev içi ve ev dışı emeğin çok yoğun olarak omuzlarına yüklendiği gerçekliğini de hatırlamamız lazım.
Lang’ın Türkiye’de Ermeni mirasına dair izleri takip ettiği fotoğraf seçkisinde kilise, ev ve manastır yıkıntılarını, birbiriyle bağdaşmayan iki farklı zamanın mimarisinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan hibrit yapıları ve rahatsız edici bir sükûnet taşıyan doğal ortamları görebiliyoruz. Özellikle Ermeni mirasına dair fotoğrafları gördüğümde kendime sorduğum ilk soru, bu yıkıntı hâlinde bırakılmış ve zaman içinde donmuş mimari yapıların taşıdığı hikâyelere dair bilgimin neden bu kadar kısıtlı olduğuydu.
Parrhesia Kolektifi, yazılarıyla artık Agos'ta. 15 günde bir Parrhesiapar köşesiyle Agos'ta olacağız. İlk yazı Aylin Vartanyan'dan.